HAN DUVARLARI(TOPLU ŞİİRLER)- FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL

Hatırlar mısınız bilmem ama hani ortaokul ve lise çağlarımızda türkçe ve edebiyat kitaplarında şiirleri bulunan şairler vardır. İsimlerini, edebi görüşlerini bildiğimiz, şiirlerini eğitim sisteminin verdiği bir ciddiyetle hissetmeden okuduğumuz şairler ve şiirleri vardır. O şairleri sistemin verdiği ciddiyetle veya ergenlik/gençlik ateşi ile aslında tam olarak anlayamaz veya şiirlerinden istenilen tadı alamayız. Faruk Nafiz Çamlıbel'de o şairlerden bir tanesi. Han Duvarları desem zihninde hiçbir şey uyanmayacak çok az Türk vardır bu memlekette.
Hep söylerim. Belki yanlış belki doğru.. Bir şiir insanın ya ruhuna ya da diline dokunabilmeli. Ya da her ikisi birden olabilmeli. Ya kafiyesiz ve düzensiz satırlar bizi bizden almalı ya da anlamı derin olmayan ancak güzel söylenmiş sözler okurken bizi bizden geçirmeli. Duyguya veya sanata hayran olabilmeliyiz. En azından bir tanesini anlayabilmeli, hissedebilmeliyiz. Faruk Nafiz Çamlıbel hem ruhumuza hem de dilimize tam olarak hitap edebilmiş nadir şairlerden bana göre.
Bir şiirini okuyup da konusu ne olursa olsun ona hayran olmamak en azından beğenmemek galiba mümkün değil. Manalar o kadar derin, mısralar o kadar güzel dizilmiş... O kadar çok mısra oldu ki içinden "ne güzel anlatmış" dediğim. Velhasıl kardeşlerim! Faruk Nafiz Çamlıbel benim cahil gözümde ve engin gönlümde yeri çok sağlam olan bir şair olarak kalacaktır. Hep deriz ya "Üstad Necip Fazıl" diye. Böyle güzel şairleri okuyarak benim şiir üstadlarım gitgide artacak anlaşılan. Kesinlikle okunması gereken mükemmel bir şiir kitabıdır. İyi okumalar.

Diğer şiir kitabı incelemelerim için tıklayın
Roman incelemelerim için tıklayın



HAN DUVARLARI

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,    
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...    
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,    
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.    
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!    
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,    
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...    
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,    
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,    
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...    

    Ellerim takılırken rüzgârların saçına
    Asıldı arabamız bir dağın yamacına.    
    Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,    
    Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
    Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
    Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
    Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.    
    Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.    
    Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
    Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince    
    Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
    Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.    
    Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
    Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.    
    Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,    
    Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,    
    Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
    Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan    
    Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,    
    Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...    
    Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine    
    Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
 
    Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;    
    Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
    Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,    
    Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
    Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,    
    Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.    
    Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri    
    Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
    Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya    
    Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.    
    Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
    Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
    Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,    
    Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
    Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı    
    Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
    Gitgide birer ayet gibi derinleştiler    
    Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...    
    Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,    
    Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;    
    Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,    
    Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...    
    Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,    
    Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken    
    Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;    
    Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
    Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa    
    Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;    
    "On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan    
      Baba ocağından yar kucağından    
      Bir çiçek dermeden sevgi bağından    
      Huduttan hududa atılmışım ben"    
    Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
    Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.    
    Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
    Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;    
    Araya gitti diye içlenme baharına,    
    Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...

    Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
    Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
    Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri    
    Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
    Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,    
    Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...    
    Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,    
    Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
    Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,    
    İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
    Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden    
    Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
    Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,    
    Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
    Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
    Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
    Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
    Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
    Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;    
    Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...    
    Gönlümde can verirken köye varmak emeli    
    Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!"    
    Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana    
    Biz menzile vararak atları çektik hana.    

    Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş    
    Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
    Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
    Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
    Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
    Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
    Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
    Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
    "Gönlümü çekse de yârin hayali    
      Aşmaya kudretim yetmez cibali    
      Yolcuyum bir kuru yaprak misali    
      Rüzgârın önüne katılmışım ben"    
    Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
    Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
    Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde    
    Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
    Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
    Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
    Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
    Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
    "Garibim namıma Kerem diyorlar    
      Aslı'mı el almış haram diyorlar    
      Hastayım derdime verem diyorlar    
      Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"    
    Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
    Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
    Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
    Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
    Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
    Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
    Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
    "Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
    Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
    Dedi:    
           "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
    Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
    Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...    
    Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.    

    Aradan yıllar geçti işte o günden beri    
    Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,    
    Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
    Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
    Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
    Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
    Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..



"Ben, ki bugün her aşka tas tutan bir varlığım,
Evvelden bir mezardım, şimdi bir mezarlığım."

"Gülerek: "Şair, dedin, belli, kalbin bir değil!'"
-Çünkü, dedim, çektiğim bir değil, bin bir değil:"

"Duymadığım hasreti yazmadım ömrümde ben"

ÇOBAN ÇEŞMESİ

Derinden derine ırmaklar ağlar,   
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,   
Ey suyun sesinden anlıyan bağlar,   
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.   
       
"Göynünü Şirin'in aşkı sarınca   
Yol almış hayatın ufuklarınca,   
O hızla dağları Ferhat yarınca   
Başlamış akmağa çoban çeşmesi..."   
       
O zaman başından aşkındı derdi,   
Mermeri oyardı, taşı delerdi.   
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi.   
Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi.   
       
Vefasız Aslı'ya yol gösteren bu,   
Kerem'in sazına cevap veren bu,   
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu...   
Sızmadı toprağa çoban çeşmesi.   
       
Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,   
Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda,       
Ateşten kızaran bir gül arar da,
Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi,   
       
Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar,   
Tarihe karıştı eski sevdalar.   
Beyhude seslenir, beyhude çağlar,   
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi...



"Bana derler: "Kumralı mı, sarışın mı sevgilin?"
Derim: "Ne ben bilirim, ne o, kim olduğunu?"
"Ey genç kızı sormadan şarap içenler! Bilin:
Ben tanırım sevginin sade sarhoşluğunu'"



"Yalnız ela gözü yazacak mısralarım,
Yalnız siyah bir saçı elim tel tel sayacak.
Benden evvel hatıran varsa senin ağlarım,
Benim senden sonrası ömrümce olmayacak!"



"Caddeden sokaklara doğru sesler elendi,
Pencereler kapandı, kapılar sürmelendi.
Bir kömür dumanıyle tütsülendi akşamlar,
Gurbete düşmüşlerin başına çöktü damlar...
Son yolcunun gömüldü yolda son adımları,
Bekçi sert bir vuruşla kırdı kaldırımları.
Mezarda ölü gibi yalnız kaldım odamda:
Yanan alnım duvarda, sönen gözlerim camda,
Yuvamı çiçekledim, sen bir meleksin diye,
Yollarını bekledim görüneceksin diye.
Senin için kandiller tutuştu kendisinden,
Resmine sürme çektim kandillerin isinden.
Saksıda incilendi yapraklar senin için,
Söylendi gelmez diye uzaklar senin için...
Saatler saatleri vurdu çelik sesiyle,
Saatler son gecemin geçti cenazesiyle,
Nihayet ben ağlarken toprağın yüzü güldü,
Sokaklardan caddeye doğru sesler döküldü..."



ALLAHAISMARLADIK

"Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,
Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git...
Bir yarın göçtüğünü,çöktüğünü bir dağın
Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git!


Yavrusunun yoluna dalan bir dul bakışı
Andırıyor ışıksız evinde pencereler.
Biraz yeşermek için beklesin artık kışı
Çağlayansız yamaçlar,suyu dinmiş dereler.

Bir sarı yaprak gibi düştü gönlüm yoluna,
Buğulu gözlerimden geçmediğin gün olmaz:
Benim kadar titremez hiç bir yiğit oğluna,
Hiç bir ana kızına bu kadar düşkün olmaz.

Bin fersahtan duyarım kimle gülüştüğünü,
Alnından öz kardeşim öpse ben irkilirim.
Değil yalnız ardına kimlerin düştüğünü,
Kimlerin rüyasına girdiğini bilirim.

Gözlerimi gün gibi kamaştıran yüzünü
Daha candan görürüm senden uzaklaşınca.
Sararırsın dönüşte görünce öksüzünü:
Bir gelinlik kız olur aşkım senin yaşınca.

Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,
Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git.
Bir yarın göçtüğünü,çöktüğünü bir dağın
Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git!

"Namluna dayanır,yola dalarsın,
Duruşun,bakışın yaman,be Ali!
Boşuna tetiği ne kurcalarsın?
Var daha ateşe zaman,be Ali!
 
Yıllanmış bir çınar pusuluk yerin,
Nerdeyse gelecek beklediklerin.
Var iki atımlık canı kederin,
Desene işleri duman,be Ali?
 
Onu sen büyüt de söğüt boyunca
Kendini ellere versin o gonca!
Sözüme kanmadın bunu duyunca,
Gönlündü gözünü yuman,be Ali!
 
...Geldiler beklenen çiftler ormana,
Duruyor iki genç,ne hoş,yanyana.
Bir kurşun kadına,bir de çobana,
Çınlasın yıllarca orman,be Ali!
 
Görünce uzanmış yar kucağına,
Boynunu dolamış zülfü bağına,
Kurşunu kahpeye atacağına
Kendine çevirdin...Aman,be Ali!"


"Kirpiğine sürme çek,
Kına yak parmağına:
Bu yıl yaşın girecek,
Kız, gelinlik çağına.

Anlatıyor duruşum,
Ben sana vurulmuşum;
Ko, düşsün gönül kuşum
Saçlarının ağına.

Yaş olsam gözden akmam.
Göz olsam gayre bakmam,
Vatanımsın, bırakmam
Ellerin kucağına!"



ONU BİR GÜN GÖRMEDİM

Yüzüme sert çizgiler çekti senin adını,
Hasret saatlerini saydı saçımda aklar.
Senin ağzından çıkan bir cümlenin tadını
Ne bugün içki verdi,ne bu gece dudaklar!

Sorma,nasıl yollarda tutunabildiğimi,
Nasıl siyah rüzgara yaşımı sildiğimi...
Görür görmez kapında yere devrildiğimi
Ürperdi bir tekinsiz kedi gibi sokaklar.

Gece muzlim şeklini bana çizmese perde,
Sesin bir sırça gbii kırılmazsa içerde,
Beni bugün serilmiş görenler orta yerde
Yarın da bir çukurun içinde bulacaklar...


KIŞ GÜNEŞİ

Dağda rüzgarların kaval çaldığı,
Bağın tek meyvesi kar olduğu gün,
Sen bize nisandan kalma bir şarkı
Ve temmuz koncası bir pembe güldün...

Seninle, renginle dolan bir sofa
Uzun kış çekmedi bahar hasreti,
Bahçede fidanlar söken fırtına
Senin yaprağına bile değmedi.

Gezdiğin yollarda açardı çimen,
Her gülüş, yüzünde başka bir çiçek.
Geçtikçe biz ömrün cehenneminden
Senin cennetini arardık, Melek!

Güneşi sarsa da kefen bulutlar
Doğardın ay gibi düşüncemize.
Beyaz yer, siyah gök, iki ihtiyar,
Tabiat bir seni görürdü taze...

Dört mevsim açılır derken, ansızın,
Sarardı konca gül, kırıldı saksı.
şimdi her tarafta sevinci yazın,
Sade gönlümüzde soğuk dalgası!


GÜN GİBİ

Seneler geçmemiş sanki aradan,
Gezmişiz bu yerde daha dün gibi;
Ne varsa, ağaçlık, akar su, meydan,
Hepsi ta o zaman gördüğün gibi…
 
Değişen bir benim, bu bahtı kara,
Yadırgar sanırım beni manzara;
Yabancı kalmışım aşinalara,
Köyüne geç dönen bir sürgün gibi.

Bir akşam uykuya dalmışım erken,
Henüz genç başımda yeller eserken.
Bu sabah gözlerim açıldı derken,
Baktım ki, ağarmış saçım gün gibi!




"Almış aydınlığı günler yüzünden,
Geceler saçından, siyah olmayı..
Gün beni ayırır diye hüzünden
Geceler bilmiyor sabah olmayı!

Yüzünü görmeden geçse yıllarım
Geceyi saçmış gibi okşarım,
Göynü çocuklukta kalan ben varım,
Aşkım öğrenmedi günah olmayı.."



"Soldakinin gözleri aysız gece yarısı."




PİÇ

Sıcak bir el değmeden henüz ilk gözyaşına
Kundağını serdiler bir musalla taşına.
Gözlerin bir camiinin eşiğinde açıldı,
Atıldın doğduğun gün hayata tek başına!

Yanında anan olsa gene ömrün bahardı,
Sana dar günlerinden açık bir kucak vardı:
Bağrına oğlum diye bastı İsa'yı Meryem,
Bir babasız yavrudan bir peygamber çıkardı.

Sana soylu olanlar der ki: "Soysuz kişi bu!"
Onların belli çünkü, gelmişi geçmişi bu.
Biz neden soyluyuz da sana soysuz diyorlar?
Aslını hiç arama, tesadüfün işi bu!

Haydi, adsız doğmanın derdini duya duya,
Yat ölüme benzeyen bir uğursuz uykuya.
Yazık ki boğazına bir ip geçirmediler,
Yazık ki atmadılar seni kör bir kuyuya!

Tanır gibi yüzüne bakınca her geçici,
Yarın, öksüz kalbinin burkulacaktır içi.
İki kattır azabın günahını işleyenden:
Anana kahpe derler, sana kahpenin piçi...



"Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyarımızda bin bir baharı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar

Sen kubbesinde ince bir mozaik ararda
Gezersin kırk asırlık mabedin içini
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini

Sen raksına dalarken için titrer derinden
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin
Bizimde kalbimizi kımıldatır derinden
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin

Fırtınayı andıran orkestra sesleri
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri
Bizde geçer en yanık bir musiki yerine

Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun
Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini,
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini...

Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun... ayrılıyor yolumuz"




"Ufkumda bulutlar kümelerken kara bahtım,
Ben her gönül ufkunda doğan sabahtım.
Devran herkese taslarla zehir sundu da birden
Ben herkese bir neşe yarattım o zehirden.
Bir köprü kurup, zulmetin ardında, seherle,
Bildim gülüp eğlenmeyi ömrümce kederle.
Alnımdaki her çizgi beyaz bir gece saklar,
Bir başka şafaktır saçımın gördüğü aklar.
Farkım ne, emel kaynağı bir körpe çocuktan,
Mademki henüz gelmedi son yolcum ufuktan?
Ömrümce neden yılları zincir gibi çektim,
Mademki bir aşk uğruna can vermeyecektim?
Bir müjde taşır her gün uzaktan bana rüzgar;
Elbet gelecek, gelmedi, bir beklediğim var!

Son beklediğim gelmeden, ölsem de yüzünde,
Devran bulacak yar ile ağyarı hüzünde.
İsmim gezecek pembe dudaklarda elemle,
Gözler dolacak bir çocuk ölmüş gibi nemle,
Bir günde doğup can veren altın kelebekler,
Bizden daha genç bir şair öldü diyecekler!"




"Göl sanırdık ne zaman dalsak ela gözlerine,
 Seyrederdik seni günlerce gülistan yerine. 
 
Saçlarındaydı bütün tılsımı binbir gecenin, 
Seher alnında, şafaklar gülüşündeydi senin.  

Aramazdık gece mehtabı yüzün parlarken, 
Bir uzak yıldıza benzerdi güneş sen varken."




"Ey gözlerinin çevresi mor, benzi tutuşmuş,
Akşamladığım yolları yalnız gezen âfet!
Kaç yıl geçecek, böyle hazin, böyle habersiz,
Sen Marmara'nın göl gibi durgun bir ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret,
Sarmış beni gurbet.
 
Sarmış beni Mecnûn diye zincir gibi dağlar;
Bir türbe ki ruhum, gelen ağlar, giden ağlar!
Her şey bana bigâne bu yerde,
Herkes gibi her şey:
Sessiz dereler, solgun ağaçlar, sarı güller;
Dillenmiş ağızlarla tutuk dilli gönüller...
 
Hatta bana insanlara nisbetle yakındır
Bahçemde ölen kuş,
Bahçemde kefensiz gömülen kuş.
 
Herkes bana bigâne bu yerde...
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden eser yok;
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok;
Yok... Yok!"



"Seni ben bekliyorum, göğsüm açık, bağrım açık;
Hançer ol, göğsüme saplan; ecel ol, karşıma çık!"



"Onlar ki bugün gökte birer kasra çekildi,
Devrinde fakat hangisi mesut olabildi?
Varsın seni ömrünce azabın kolu sarsın
Şair, Sen üzüldükçe ve öldükçe yaşarsın!"




Yorumlar