Bugün anlatacağım kitap Hüseyin Nihal Atsız’ın Bozkurtlar
isimli kitabı. Yorumlarıma geçmeden meseleye edebi açıdan bakarak direk size bu
kitabı okumanızı tavsiye ediyorum. Gerekçelerini aşağıda bulacaksınız.
Bildiğiniz gibi biz Türkler Müslüman olmadan önce de tarih
sahnesinin en eski aktörlerinden olan bir millet olduk. Müslüman olduktan sonra
nasıl dünyaya hükümdar olduysak Müslüman olmadan öncede dünyaya hakim olduğumuz
zamanlar olmuş. İşte bu aralarda biz Orta Asya’da Ötüken isimli bölgede hüküm
sürüyormuşuz. Bunları neden anlattığımı merak ediyorsunuz.
İşte Hüseyin Nihal Atsız’ın Bozkurtlar isimli kitabında siz
Ötüken bozkırlarında gezecek, kımız içecek, bir savaştan diğerine katılacak,
yaralanacak, ölecek, öldürecek, kılıç sallayıp ok atacaksınız. Aç kalıp ava
çıkacaksınız. Çin akınlara katılan bir çeri olacaksınız. Esir alıp esir
olacaksınız. Ama bir Türk olduğunuz asla aklınızdan çıkaramayacaksınız. Kitapta
yukarıdakilerin hepsini ve fazlasını bulacaksınız. Yani özetle Gök Türk
devletini konu alan çok çok güzel bir roman okuyacaksınız. Kitap tek bir olaya bağlı kalmadan birbirleri
ile ilişkili ayrı ayrı karakterlerin hayatlarından kısa kısa kesitlerin
işlenmesinden ibaret.
Roman aslında iki ayrı romanın birleşiminden oluşmakta. İlk
kitap, yani ilk roman Bozkurtların Ölümü isminde. İkinci roman ise Bozkurtlar
Diriliyor isminde. Bozkurtlar ise bu ikisinin tek kitap haline getirilmiş hali.
Bozkurtların ölümünde yoğun olarak açlık ve sefaleti
bulacaksınız. Gök Türk devletinin Çin entrikaları ve kıtlık ile nasıl
dağıldığını okuyacaksınız. İşte bu dağılmadan sonra Çin’e esir düşen Türklerin
hayatlarından anları çok güzel bir dille okumuş olacaksınız. Bozkurtların
ölümünde bu dağılışın Kür Şad’ın saray baskını ile nasıl manevi anlamda son
bulduğunu görecek ve hüzünleneceksiniz. Bu baskının ayrıntılarına girmiyorum
ama okumanız lazım.
Bozkurtlar Diriliyor’da ise dağılan Türklerin nasıl
birleştiğini ve eski gücüne kavuşmak için yaptıklarını okumuş olacaksınız.
Kitapla ilgili genel değerlendirmelerime gelince… Kitap
muhteşem bir dille yazılmış. Muhteşem deyince çok edebi, ağdalı bir dil mi?
Kesinlikle hayır. Aksine oldukça sade bir dil kullanılmış. O kadar sade ki
kitabın her sayfasında eski Türkçe kelimeleri bulmanız kuvvetle muhtemel.
Kitabı okurken siyasete girmeden okumanızı tavsiye ederim. Siyasi görüşünüz ne
olursa olsun okumanız gereken bir kitap.
Benim okunmuş kütüphanemde zamanında birbirleri ile davalık olmuş
birbirine zıt siyasi görüşte iki yazar da mevcut. Atsız ve Sabahattin Ali… Bu
kitabı okurken duyduğum heyecanın benzerini, aldığım lezzeti ne ne ilginçtir ki
Sabahattin Ali’de de almıştım.
Kitabı okurken o kadar kendimi Ötüken Bozkırlarında, Çin
sarayında, avda, savaşta hissettim ve o
kadar gaza geldim ki anlatamam. Bunu bir yazarın başarısı olarak
değerlendiriyorum ama bu başka bir şey. Adeta kitapta sizi kelimelerle içine
çeken bir tılsım var. Evet bir tılsım…
Netice olarak ikinci kere sıkılmadan okuduğum bu kitabı
kesinlikle ve şiddetle okumanızı tavsiye ediyorum. Muhakkak muhakkak okuyun. Fikir vermesi açısından kitaptan alıntıları da
aşağıya ekliyorum. İyi okumalar.
Alıntılar;
“…Türk beğleri! Dokuz yıl süren tutsaklık sona erecek
tir. Ötüken’de devlet kuran atalarımızın ruhunu daha çok incitmemek, ıssız kalmış bozkırları daha
çok yalnız bırakmamak, yağıyı daha çok güldürmemek, budunu ünsüz bırakmamak,
Türk tanrısını daha çok öfkelendirmemek için devleti yeniden kuracağız. Devleti
diriltmek için de Çin kağanına karşı bir
ihtilal yapacağız…”
“…Altı kişi, damarlarında kalan son güçle son
savunmalarını yapıyorlardı. Bu, artık sona ermiş hayatlarını birkaç kısa an daha uzatmak için
değil; Çinli öldürerek öç almak, vazife yapmak, ün kazanmak içindi. Bu
kahramanlığı yaparken bin üç yüz yıl sonra bir yazıcının, kendi hatıralarını
yaşatmak için bu satırları yazacağını düşünmüyorlar, şanlı maceralarını Türk
oğullarının nasıl bir ihtirasla okuyacaklarını bilmiyorlardı…”
“…Kür Şad, ölmüş Çin yığınları üzerinde tek başına Çin
Kağanlığına karşı vuruşuyordu…”
“…En sonra ölüm kızı onun eline bir sağrak sundu. Kür Şad
bu acı sağrağı gözünü kırpmadan içti. Atının yelesine kapandı. Başını dayadı.
Sağ elinde kılıç hala sımsıkı duruyor, sol eli sarkıyordu. Kür Şad ölmüş, fakat
attan düşmemişti. Ölmüş, fakat yenilmemişti…”
“…Sonra birdenbire bu dümdüz beyazlığın üzerinde, yerden
birisinin kalktığı görüldü. Elinde yerden kaldırmış, gönderi kurt başlı bir tuğ
vardı. Yarısından kanlar akan bu hayalet Kür Şad’dı.
Bir eliyle tuğu yükseltirken, öteki eliyle duman alana
bir işaret yaparak ‘Kalkın!’ diye haykırdı. Kırk şehit birden kalktılar. Kür
Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi. ‘Oraya!’ diye gürledi. Gösterdiği yer
Tanrı Dağı idi. Tepesinde ataların ruhları dolaşıyordu. Kırk bir şehidin ruhu
bir fırtına gibi, bir musiki gibi, bir ışık gibi akarak Tanrı Dağı’na doğru
yürümeye başladılar…”
“…İşte on yıldır
bekledikleri gün gelip çatmış, gözlerinde tüten savaşın eşiğine varmışlardı.
Türk budunu bu çılgınca saldırışla tutsaklıktan kurtulacak, Ötüken’de
atalarının kurduğu devleti yeniden yaşatacaktı…”
“…Kişi çadırda doğar,
çayırda ölür…”
“…bu kahkahaların
çınlandığı yerden çok uzak bir yerde, kahkahaların yükseldiği zamandan çok
zaman sonra, bir yazıcı, Gök Türklerin torunlarına bildirinceye kadar bu
kahkahalar, bu şanlı alay ve şanlı ölüm unutulup gidecekti…”
“…Büyük günler geliyor…
Kıtlık olunca ay parçalanacak… Kara Kağan’ı öldüremeyeceksin… Onu tasa
öldürecek. Bir şehirde toplanmış kırk er görüyorum… Aralarında sen de varsın…
Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz… Budun kurtuluyor… Adınız
unutulmayacak… Bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına
dek adınız gönüllerde kalacak…”
Yorumlar
Yorum Gönder
Yazılarımı okuduktan sonra lütfen yorum yapmayı ve yazılarımı paylaşmayı unutmayın.